Perşembe, Aralık 21, 2006

Türklerin kendine özgü sanat tekniği CAMALTI


19.yy ve 20.yy başlarında Türkiye'de büyük gelişme göstermiş olan camaltı tekniği ile yapılan çalışmalar, evlerin dışında dini mekanlarda(mescit,tekke,türbe), kahveci, şekerci, kasap ve berber dükkanlarını süslermiş. Günümüzde yok denecek isekadar azalmış durumda... Anadolu'da evlenecek kızların çeyizleri için mutlaka satın alınırmış. Yapılmış olan resimlerin çoğu dini içerikli olup, insanı, nazara hastalıklara karşı koruyucu bir güç bulunduğuna ve bulundukları yere,bereket,bolluk getirdiklerine inanılırmış. Camaltı ustaları yıllar önce gelişen ve değişen zamana direnememişler. Camın kırılganlığı nedeniyle günümüzde fazla örneği kalmamış olan bu sanat dalına da, dayanamadık el attık, üstelik bırakın resim yapabilmeyi çöpadam bile çizemezken.
Eli kalem tutabilen herkes yapılabilir. Sizde deneyin, inanın çok faydalı bir terapi yöntemi. Dikkat edilmesi gereken tek şey, resim tekniğinin tersine, yapılacak olan son fırça darbesinin ilk aşamada yapılması. Cam boyası şart değil, akrilik boyada kullanabilirsiniz. Yukarıdakiler bizim yaptıklarımızdan birkaç örnek.

Çarşamba, Aralık 13, 2006

Bildiğimiz gerçeklere küçük bir hatırlatma...

2060 yılına kadar olması beklenen 2 derecelik küresel sıcaklık artışı; Türkiye'de sıcak dalgaların 6 haftaya kadar uzamasına, bu sıcaklar tarımın bitmesine, orman yangınlarının artmasına neden olacak.( Gerçi insanoğlu'nun konut sahibi olma duygusuyla yangınlar zaten hadsafhada) Orman yangınları turizm sektörünün azalmasına, turizm sektörünün azalması da insanların aç kalmasına neden olacak.

Asya'da 2 milyon insana su sağlayan önemli bir buzul olan Kilimanjaro'nun 2040 yılında yok olacağı biliniyor.

3,6 derecelik sıcaklık artışı; Kuzey Akdeniz ve Akdeniz'in dağlık alanlarındaki bitkilerin %50'sinin kaybına yol açacak. (İspanya ve Fransa'da %80'lik artış olacağı düşünülüyor)

Sıcak sularda; oksijen ve besinler azaldığı için balıkların üremesi bitiyor. Balıkların serin sulara göç etmesi; deniz kuşlarının açlıktan ölmesine neden oluyor.
Balıkların yok olması; ticari anlamda büyük kayıpların yanısıra, insanların almaları gereken temel protein kaynağını alamamalarına neden olacak.

Pazar, Kasım 26, 2006

Zeytin Zamanı


Şimdilerde herkes zeytinde... Geçtiğimiz günler havalar biraz soğuk olsada , son birkaç gündür güneşli günler yaşanıyor Datça'da. Bizde iki gün önce, hem arkadaşımızın zeytinleri ziyan olmasın, hem de şehirde hayalini kurduğumuz "kendi zeytinini kendin yap" projesini hayata geçirelim dedik. "Çok hoş bir duygu zeytin toplamak" cümlesini kurmamın üzerinden birkaç dakika geçmişti ki oturduğum merdivenin yere düşmesiyle kendimi yerde buldum. Attığım çığlıkların farkında değilim, o an bir yerlerimin kırıldığını hissediyordum çünkü... İnsanlar anlatırlar ya (en azından benim kocanın bol bol çocukluğuna ait düşme hikayesi var) "şöyle düştüm, böyle yuvarlandım" diye artık benimde bir hikayem var... Tıpkı çizgi filmlerdeki gibi yatay bi şekilde aşağı düşerken kafam eğimli taşlarda sürtüne sürtüne zıplıyordu. Biz düşündükçe hala gülüyoruz... Şu an daha iyiyim. Artık zeytinleri Yaşar topluyor, ben kırma işlerini yapıyorum. On gün içinde iki günde bir suyu değiştirilerek acısı atılacak ve zeytinlerimiz tuzlu suda bekletilecek, sonra sofralarımıza konuk olacak. Düşmenin acısına rağmen gerçekten keyifli bir iş bu zeytin toplamak... Şimdiki hayalimizde; kendi zeytin ağacımızdan düşebilmek :)

Salı, Kasım 21, 2006

İyi uykular ! Kültürel kişiliğimizi kaybediyoruz!

Antik çağlardan beri süregelen El Sanatlarımız ölmek üzere. Hangi sanat dalını araştırsak, ya ustası kalmamış ya ucuz ithal mallara direnememiş. Birkaç aydır ilgilendiğimiz el dokuması bunlardan biri. Ülkemizde pamuk geleneksel yöntemlerle işlenerek, dokuma için gerekli iplik haline getirilirken, 1900'lü yılları başında İngiltere'den iplik ve pamuklu dokumaların ithali, pamuk üretimini ve el dokumacılığını olumsuz etkilemiş. Son yıllarda gözümüze en çok "Made in China" yazısı çarpsada, bu sorun çok eskilere dayanıyor. Kızmaya pek hakkımız yok. Onlar çalışıyor, biz ise "zor,zahmetli" diye işin içinden sıyrılıyoruz. Ya da çocuklarımızın bir bankada müdür, bir şirkette avukat olmalarını istediğimiz için ara mesleklere yönlendirmiyoruz. Eee herkes müdür oluncada vaziyet ortada. Okumak tabiki çok önemli, ama ya yitip giden sanatlarımız.

Hepimiz biliyoruz kültürel zenginliklerimizi. Gördüğümüz o ki; bir kuşak öncesinde bunun değeri anlaşılmamış ve korunmamış... Örnek : Eski Datça.... Eski Datça'da ipekböceği yetiştiren ve dokumuş olan en genç insan 75 yaşında ve bu işi en son 15-20 yıl önce yaptığını söylüyor.. El dokuması ama özellikle ipekböceği(guş dutmak) yetiştirerek elde edilen ipekten yapılan dokuma, ne yazıkki artık yapılmıyor. Bir sonraki nesiller, değerinin farkına varıp sahip çıkmamışlar. Ne yazıktır ki Datça'ya dışardan gelmiş olan biz yabancılar bu duruma üzülerek ve bir Hocamızın bizi zorlaması sonucunda "Biz bu işi yaparız" dedik. Ve başladık başka bir serüvene...

Yaklaşık iki ay önce; konu ile ilgili Yeşilyurt'a gidiş amacımız Karacan Yöresel El Dokuma atölyesini görmek idi. Karacan ailesi senelerce el dokumasına direnmişler. Ayşe arkadaşımızdan ipekböceği yetiştiriciliği hakkında oldukça faydalı bilgiler aldık. Dokuma yapanlar bayanlardı. Yeşilyurttan sonra, Aydın/Çine Akçaova Belediyesi Çömlekçilik Eğitim Merkezine uğradık. Belediye Başkanlarının desteğiyle Avrupa Birliği destekli olarak kurulan bu atölyeye öncesinde 100 kişi başlamış kursiyer olarak. Ancak ne var ki bir sene içinde bu sayı on adede düşmüş. Erkeklere pek zor gelmiş bu iş. Gittiğimizde fazla mesai yapmakta olan Ayla, Meral ve Belma 15-16 ay içinde torna işinde usta olmuşlar, ateşe dayanıklı çömlek yapıyor ve Türkiye'nin dört bir yanına gönderiyorlar.

İki hafta önce yaptığımız Uşak, Denizli (Buldan, Kızılcabölük) gezimizde, Uşak iline gidiş amacımız Palmet Halı San. Ltd. Şti`nin ortağı Esma Kıvrak ile tanışmaktı. Uşak denince ilk akla gelen Uşak El Dokuması Halılarının artık üretilmemesine üzülerek, "bu iş Uşakta yapılmalı" demiş ve on yıl önce tekrar üretilmeye başlamış Uşak el dokuma halıları. Karşılaştığı toplumsal engellere, aldığı siparişleri yaptıracak çalışan bulamamasına rağmen, El Dokuması Uşak Halılarını dünyaya pazarlayan, hayranlık uyandıracak başarılı bir işkadını. Hem hüzün hem de duyduğumuz gurur ve mutlulukla yanından ayrılıp Dülgeroğlu Oteline gittik. Bu otel 1898 yılında yapılmış bir Han aslında. Orjinalitesi bozulmadan çok hoş ve keyifli bir otele çevrilmiş Dülgeroğlu ailesi tarafından. Aynı akşam ve ertesi günü şehir sokaklarından dolaşırken biraz Uşak hakkında bilgi alalım ve Uşak'a özel, halı, battaniye ve Eşme kilimi dışında alabileceğimiz ne var diye vatandaşa soralım dedik. Sonuç; birşey yok. Şehirden ayrılmadan önce son durağımız Atatürk Müzesi ve Uşak Arkeoloji Müzesi idi. Atatürk Müzesi; Kurtuluş savaşı sırasında; Yunanlı komutanın kendi rızasıyla esir edilerek ağırlanmasına, Fevzi Çakmak'ın mareşal ünvanını almasına, savaş sonrasında ise İran Şah'ının ağırlanmasına tanık olmuş. Atamızın toplamda üç kez ziyaret ettiği ev, müze yapılarak koruma altına alınmıştır. Müzede Atamızın kullandığı eşyalar ve civar köylerden toplanan yakın tarih eşyaları bulunuyor. Arkeoloji müzesinde ise Karun Hazineleri Gerçek mi? Sahte mi? muamma olsa da gerçekten akıllara zarar.

Öğleden sonra varabildiğimiz, Denizli Buldan ise; bizi adeta büyüledi... Sokaklarında dolaşırken, tezgah sesi gelmeyen neredeyse hiç ev yoktu... Kadın, erkek herkesin çalışıyor olması bizim için bir Alice Harikalar Diyarı gibiydi... Yemek sonrası, sokak aralarında dolaşırken bir ailenin kapısını çaldık. Atölyede işleyen makinenin ezgisi eşliğinde yaptığımız hoş muhabbet ve sıcak karşılama "işte bizim halkımız" dedirtiyordu. (Hani o şehir hayatında tanımadığınız komşunuz, ne isteyecek acaba diye kapıyı açışlar.Lafım insanlığını, özünü yitirenlere) Ancak, ne var ki aynı sorun orada da var genelde çocuklarının ya da torunlarının okuyup büyük adam! olmalarını istiyorlar. Okumanın öneminin yanısıra aynı zamanda bu işide bir sonraki nesile aktarmalarının öneminden bahsettik ise de ne kadar faydalı oldu bilemiyoruz... Ertesi günü; evlerde yapılan dokumaların satıldığı, meydandaki dükkanları gezdik. Sağlı sollu dükkanların hepsinde birbirinden güzel el dokumaları mevcut. Sonrasında yapıldıkları yerleri görelim düşüncesiyle, Buldan'ın eski ama hala yaşayan ve çalışan köyüne çıktık. Nüfus artmaya başlayınca dağın eteklerine yayılmış olan Buldan'ın eski hali daha bir güzel. Gene çalışan bir evde soluklandık. En fazla altmış yaşında gösteren benim canım amcam aslında sekseniki yaşındaymış, genç göstermesini dokuz yaşından beri çalışıyor olmasına bağlıyor. Hemen yanımızda duran torununa öğretip öğretmediğini soruyoruz. Düşünce aynı "O okusun" diyor. Biz de hayalimizden bahsediyoruz, neden Buldan'da olduğumuzdan."Böcek yetiştireceğiz amca" diyoruz, birkaç soru soruyoruz, bize eksik birşey söylememek için heyecanla anlatıyor herşeyi. Böceklere; hem "nasıl yapacaklar bunlar" der gibi gülüyor hemde seviniyor sanki... Buldanda yapılan ipekli dokumaların büyük çoğunluğu hazır alınıyor. Tesadüfen öğrendik ki ipekböceğini yetiştirip ipek elde eden sadece bir aile varmış Buldanda. Durmadık ve hemen evlerinde aldık soluğu... Tezgah çalışıyordu ama ne yazık ki polyester! havlu dokuyan bey "Direnmeye çalışıyoruz" diyerek, saf ipeğin ucuz polyester ya da ithal mallar karşısındaki acı hikayesini paylaştı bizlerle...
Buldan da gördüğümüz iki ilanı yazmadan geçemeceğim. Birisi çarşı'nın göbeğine " Sayın Esnafım, Çin Malı Satma, Geleceğini Karatma" asılmış olan Esnaf Odasının afişi idi. Bir diğeri ise; çarşıdaki dükkanların birinin vitirininde "Dükkanımızda Çin Malı Yoktur" yazısının asılı olması durumun ciddiyetini özetliyor sanırım.

Günümüzün son uğrak yeri olan Kızılcabölük'e varmadan Kaklık Mağarasına uğradık. İlk girişte soluduğunuz kükürt kokusu biraz rahatsız etsede, mağara, zamanımız kalmadığı için gidemediğimiz Pamukkale travertenlerini aratmayacak güzellikte idi. Mağaranın duvarlarında bulunan yosun ve bitkilerin kattığı güzellik ise görülmeye değer...

Kızılcabölük'e vardığımızda dükkanlar kapanıyordu ki Eldos Tekstildeki genç arkadaşımız bizimle ilgilendi. Yapılması planlanan çok güzel projelerden bahsetti, gerçekleştirebildiklerini görmek bizleri çok memnun edecek. Kızılcabölükte de kadın, erkek el dokuması yapıyor. Yolu Denizli Tavas yolundan geçenlerin Kızılcabölük El Dokumalarını ve Herakleia Antik kentini görmelerini tavsiye ederiz...

Sonuç olarak; gezilerimiz sonrasında ve yaptığımız araştırma sonrasında gördük ki;
- Kadınlar her zaman üretimin içindeler,
- El sanatlarımız yaşam savaşı veriyor,
- Çarpık kentleşme heryerde hakim,
- Kadınlar üretiyor.
- Şehre ait özel birşey yapılmıyor, yapılsada destek görmüyor,
- Ülkemiz pis ve tembel insanlarla dolu,
- Kırahathaneler dolup taşıyor...
- Kadınlar çalışıyor.

Cumartesi, Kasım 11, 2006

Kimler geldi, kimler gitti,Datça'da yaz bitti, kış geldi








neler yaşandı geçti.... Bizler artık kış çalışmalarımıza başladık... Gümüş, vitray ve sedef çalışmalarımıza başka sanat dalları ekledik...

Pazartesi, Ekim 09, 2006

Bizim Zeytin son acısını yaşadı ve yaşattı.

Tanıyan herkesin Zeytinsever olduğu bizim yaramaz son yaşadığı olayı atlatamadı ne yazık ki! Dün Zeytinimizi kaybettik. Ondan geriye acı tatlı anılar birde tarağındaki tüyleri kaldı...

Çarşamba, Ekim 04, 2006

Esas Datça bizim köyümüzdür...

Efendim, eskiden eski-yeni Datça diye birşey yokmuş ki!Çoğu insanın gelip limanın olduğu Yeni Datçayı görüp, "hiçbir özelliği yokmuş" diye düşünerek (doğal olarak) döndükleri bölge, 70'lı yıllardan sonra Datça halkının göç etmesiyle oluşan bir yerleşim yeri. İşte bu yüzden Esas Datça bizim köyümüzdür. İşte bahsettiğim köyün fırını ise bizim şu an El Sanatları Atölyesi olarak kullanmakta olduğumuz mekanımızmış... Bu fırını kim işletmiş? Ne zaman, nasıl sorularımızı bölgeyle ilgili senelerdir derin araştırmalar içinde olan Nihat Akkaraca'ya sorduğumuzda bize fırının geçmişiyle ilgili aşağıdaki yazıyı getirdi... Sorularımızdan çok daha fazlasını bulduk... Şimdilerde yitirdiğimiz insani duyguları, çok farlı kavramları bulduğumuz bu yazıyı yani köylünün ekmeğini yediği fırınımızın hikayesini sizlerlede paylaşmak istiyoruz.... Kalemine,duygularına sağlık Nihat Amca...

Datça’dan Sömbeki adasına baktığınızda, bu adanın tam güney ucundaki burundur “Miskin Burnu.” İşte o burun, geçmiş yıllarda Datcalılar için “Umut burnu”ydu.. İkinci Dünya Savaşından evvel iklim kurak gittiğinde, hem ekin yeteri kadar olmaz, olsa da yağış olmadığından su değirmenleri dönmez, yarımadadaki insanların ekmeksiz kaldığı günler olurdu. Daha sonraları 40’lı yıllar, yani yerel dilde “Alaman Harbi…” Kuraklık, kıtlık ve karneyle ekmek yılları… İnsanların gözü Miskin Burnunda. Miskin Burnu’nun uzaklığı Datça’ya on iki mil kadar. On iki mil uzaklıktaki yelkenliyi tanırdık; Selim Kaptan mı? Nebil Kaptan mı? Şükrü Kaptan mı? yoksa Adem Kaptan mı? En kolay da Nebil Kaptan’ı tanırdık. Nebil Kaptan ekmeksiz kalanlar için ekmek demekti.
Orta büyüklükte bir yelkenliydi. Motoru yok… Yelkenle gidip geliyor Antalya’ya, Finike’ye; yani, bereketli topraklara… Taa oralardan Marmaris’e, Datça’ya, Bodrum’a yiyecek taşıyor…
Un, fasulye, nohut, pirinç gibi…Savaşlı yıllarda un ve tahıl satışı yasak. Un, Reşadiye’de bir fırına veriliyor; ekmeği o yapıyor, ve karneyle dağıtıyordu.
Nebil Kaptan’ın kayığı yelkenli dedik. Böyle olunca kayığın Antalya’dan Datça’ya gelmesi için rüzgar gerek. Bazen Akdenizde rüzgar günlerce durur. Nebil Kaptan da Akdeniz’in ortasında durur. Bazen rüzgar fırtına olur; Nebil Kaptan bir Limanda bekler. Yarımada’nın insanı da ekmek bekler.
İşte bu yüzden Nebil Kaptan, Miskin Burnu’ndan çıkan umuttur yarımada insanı için.
Aynı yıllarda Eski Datça’da bir Rodoslu vardır. Adı şevket… Tertemiz giysilerinin üstüne leke kondurmayan, tıknaz, beyaz tenli, kolundaki balık dövmesiyle tam bir adalı.
Eskiden onun da yelkenlisi varmış. Rodos Datca arası taşımacılık yaparken kayığı batmış. Gelip Reşadiye’ye yerleşmiş. Daha sonra Eski Datça’dan evlenince oraya yerleşip, evinin önündeki fırında ekmek yapıp satmaya başlamış. Başlamış dediğime bakmayın, bütün aile çalışıp o fırında ekmek yaptıklarını ben de biliyorum. Daha sonraları Çarşı içinde bir fırın yaptılar ve ekmek burada çıkmaya başladı. Ekmek dedikse köy ekmeği değildi yapılıp satılan. Has undan yapılma “has ekmek…” Datça ağzıyla “has halka.” O zamanlar insanların özlem duydukları kuru kuru yedikleri, misler gibi kokan ekmek. Gurubu 60 para. Gurub ekmek dediğimiz bir bütün ekmeğin sekizde biri. Çeyrek ekmek üç kuruş. Ve böylece senelere göre değişen fiyatlar ama; koku aynı; Miss gibi… Yerli ekmek daha esmer. O evlerdeki fırınlarda yapılan sıradan arpa ekmeği, bazen buğday ve arpa karışık, bazen darı ekmeği. Bir de evlerde günlük yapılan “tepitme.” Hergün yerli ekmeği yiyince insanlar özlerdi has ekmeği. Bayramları iple çekerdik; harçlıklarımızla has ekmek alıp yiyeceğiz diye.
“Has ekmek” deyince aklımıza Şevket Amca gelir; Şevket Amca’nın aklına da Nebil Kaptan, gelirdi belki…
Nebil Kaptan Giritli, Şevket kaptan Rodoslu. Türkçelerindeki şive Datça şivesinden ayrı; "kırık türkçe" mi diyelim, yoksa “ada türkçesi” mi? Giyimleri kuşamları da ayrı, yaşam tarzları da… Ticaret anlayışları daha başka.
O yıllarda Datça yarımadasına para yılın belli zamanlarında giriyor. Mesela, en önemli para palamut mahsülü satıldığı zaman. Palamut deyince, aklınıza palamut balığı gelmesin. Meşe palamudunun mahsülü. O zamanlar deri ve boya sanaayiinde kullanılırdı ve iyi para getirirdi. Düğünler, dernekler, ödemeler hep palamut satıldığında yapılırdı. Doğal olarak Şevket Amca’ya halk borcunu o zaman öder,. Şevket de Nebil Kaptan’a borcunu o zaman ödeyebilirdi..
Nebil Kaptan’ın mazotuydu Akdeniz’de esen rüzgar.. Esmediği zamanlarda kaptanın yolu gözlenir, ‘Marmaras’a, (Eskiden Marmaris denmez, “Marmaras” denirdi.) Fethiye’ye gelmiş mi diye o zamanın yöntemleriyle soruşturulurdu... Eğer Kaptan Marmaras’da ise, işte o zaman Miskin Burnu’nu gözlemeye başlardık Miskin burnunda görünen yelkenlinin Nebil Kaptan’ın kayığı olup olmadığını anlamak için bir müddet beklenir, yelkenli birkaç volta vurup yaklaştığında “Nebil Kaptan geliyor” haberi, ilkönce Şevket’e daha sonra bütün Datca’ya yayılırdı…
Un, fasulye, pirinç, çuvallarını İskele’den Datça’ya taşımak için eşekler, atlar limana Şevket Amca tarafından gönderilirken, bir de at gönderilirdi, Nebil Kaptan’ın emrine.
Kayığının içinde bir tayfa gibi gördüğünüz Nebil Kaptan’ı, karaya çıktığında tanıyamazdınız. Hindistan’daki bir Eyalet Valisi gibi üstünde takım elbise; mevsim yaz ise krem veya beyaz... Başta melon şapka ve elinde dekor olarak taşıdığı bir baston. Giysilerinde tek leke yok. Ayakkabılar pırıl pırıl parlatılmış…
Eski Datça’da doğruca Şevket’in fırınına gider. Şevket onu dışarıda karşılar. İlk soru: -“Nerelerdesin bre Nebil Kaptan, merak ettik seni.”
Nebil Kaptan'ın cevabı::
-“Boceleme bre Şevket Kaptan, boceleme.” Bu deyim, denizci deyimi “rüzgar yoktu bocaladım” anlamınaydı… Şevket de eskiden kaptanlık yaptığından bu terimleri kolay anlardı.
Eğer ödeme mevsimi gelmeden Nebil Kaptan’ın paraya ihtiyacı varsa, kesinlikle bunu söylemezdi Şevket’e. Aralarında paradan konuşmayı ayıp sayarlardı. Ama, “paraya gereksinim var” demenin de, “şimdilik param yok, bekle” demenin de bir yöntemini bulmuştu bu iki adalı .
Nebil kaptan dükkana girince melon şapkasını çıkarıp duvardaki askıya asmaz, tezgahın üstüne ağzı yukarı gelecek şekilde bırakırsa, bu “biraz ödeme yapabilir misin?” anlamına gelirdi. O an parası varsa Şevket Kaptan, sohbet arasında parayı şapkanın içine bırakırdı. Sohbet sonunda dükkandan çıkarken Nebil Kaptan, şapkasını ve parayı alır, hesabını teknede yapardı. Dükkanda ne para sayılır ne de konuşulurdu.
Eğer Şevket ödeme yapamayacaksa ağzı yukarı bakan şapkayı alır, sert bi tavırla ters çevirirdi. Bu da “şu an param yok" anlamına geldiğinden, Nebil Kaptan hiç sesini çıkarmaz, yiyip içmeye devam ederlerdi.. İki adalının arasında 15-16 sene süren bu ticaret süresince her ikisi de alacak verecek lafını etmediler.
İkinci Dünya Savaşı yıllarında Datca, Marmaris ve Bodrum sahillerine civar adalardan yüzlerce mülteci gelirdi. Bu mülteciler hepsi Bodrum’da kampa alınır, daha sonra teknelerle Kıbrıs’a gönderilirlerdi. Bu taşıma işine Nebil kaptan’da girdi. Böyle bir seferde Nebil Kaptan, Antalya kıyılarında kayığını kayalara bindirerek, dokuz mültecinin ölümüne sebep olmuştu. Bu yaptığı kaza yüzünden gururu kırılmış duruşmalarda kendini savunmak bile istememiş.. Hatta derler ki; Nebil Kaptan'ın suçsuz olduğuna inanan hakim, ama içinde bulunduğu şartlarda suçlu görüldüğü için yardım edemeyince bir duruşmada uyarmak istemiş: "Bişeyler yap bre Nebil Kaptan, bişeyler." deyip kaptanı harekete geçirmek istemiş, derler. Bu, bugünlere kadar halkın ağzında dolaşan bir söylentidir. O kaza yüzünden iki yıl ceza evinde kalmış, çıktıktan sonra da bu kazayı gurur meselesi yaparak kaptanlığa veda etmişti.
Şevket Bora ise Eski Datca’daki fırınını çalıştırmaya devam etmiş, daha sonraki yıllarda İskele Mahallesi’ne taşınarak bir lokanta açmıştı. İskele Mahallesi’nin tek lokantasıydı; Kuru Fasulyesi ve taze balığıyla meşhurdu… Şevket Bora Datça’da; Nebil Kaptan ise geniş bir bölgede, Antalya’dan Bodrum’a kadar, kalıcı bir iz bırakarak geçip gittiler… İki Adalının adı da hala yöre insanlarının dillerinde dolaşır durur.

Zeytin


Bahsedeceğim Zeytin biraz şanssız, oldukça tatlı. Aramıza katılalı yaklaşık iki ay oluyor... Bu kadarda olmaz dedirten olaylar yaşadı geldiğinden beri... İlk geldiğinde aldığı darbe sonucu karnında oluşan ödemi vardı. On kiloya yakın su çekildi karnından. "Yaşasın iyileşti" derken arı soktu bu seferde. Karnında iki açık yarası oldu tam kapanıyordu ki üç gün önce yılan soktu yarasının üzerinden... Bazen acaba adını değiştirip Bedevi mi koysak diyorum. Şimdi karşımda melül melül bakıyor. Hayatı yaşayarak öğreniyor ve umarım ders alıyordur bizim meraklı...

Cumartesi, Ağustos 12, 2006

BOLU'DAN KOMİK HABER

Haber eski ama okuyunca hoşuma gitti... Yurdum insanı bir alem...


İmam camide haşhaş yetiştirdi

Bolu’nun Mengen İlçesi’nde, cami avlusunda haşhaş yetiştiren imam tutuklanarak cezaevine gönderildi.

Alınan bilgiye göre, bir ihbarı değerlendiren jandarma, Mengen İlçesi’ne bağlı Kuzgöl Köyü camiine baskın düzenlendi.

Bahçede yapılan aramada bir bölümü sökülmüş durumda 106 kök haşhaş bulundu.

Bunun üzerine camii imamı Selami D. gözlem altına alındı. Selami D.’nin Bolu’da yaşayan kayınvalidesi Ayşe Ç. ve kayınpederi İsmet Ç’nin de evlerinde haşhaş yetiştirdiklerinin belirlenmesi üzerine şahısların evlerine de baskın düzenlendi.

Yapılan operasyonda ise 18 kök haşhaş ele geçirildi. Jandarma, iki şahsı da gözlem altına aldı.

Şahıslar sorgularının ardından bugün Mengen Adliyesi’nde hakim karşısına çıkartıldı. İmam Selami D. suçlamaları kabul etmezken, kendisine komplo düzenlendiğini söyledi.

Mahkeme heyeti ise imam ile kayınvalidesi ve kayınpederini tutuklayarak cezaevine gönderdi.

Cuma, Ağustos 04, 2006

biz iyiyiz...

Merak edenler oluyormuş bizi... Son günlerde bu soruyla öyle çok karşılaştım ki...
Efendim, biz iyiyiz. Siteyi güncellemeye fırsat bulamayacak kadar çok yoğun çalışıyoruz. Bu yorgunluklardan pişman olmayacak kadar çok mutluyuz... Arkadaşlar, akrabalar geliyorlar, gidişlerine üzülsekte, arkalarından el sallayabilmek bize Datça'da yaşadığımızı birkez daha hatırlatıyor ve evet napıyım söyleyeceğim mutlu oluyoruz... Herkes sevdiği işi yapmalı, sevdiği yerde yaşamalı kardeşim!

Ben tam yukarıdaki satırları yazarken barımıza misafir olarak gelen bir bayan yurtdışından geldiklerini, bizi sitemizden takip ettiklerini söyleyerek, bir sitemde bulundu. Sitem demeyelim uyarı diyelim en iyisi. "Arayı fazla uzatmayın uzun süredir hiç yazı yazmıyorsunuz" dedi. Bense ne mutlu oldum demek okuyanlar oluyormuş diye :)

Adını sitesinden öğrendiğim Sibel Yılmaz'ın keyifli bir sitesi var... (http://www.blogcu.com/umutla ) Gezmenizi tavsiye ederim.

Pazartesi, Haziran 26, 2006

haksız mıyım ama...

Tarih kokan daracık sokaklarında güzel köyümün, arabayla gezelim diyenlerdenseniz gelmeyin. Hele birde arka camdan kolunuzu uzatıp fotoğraf çekmeye çalışanlardansanız sakın gelmeyin.

Çalınan çiçek tutar inancıyla gözümüz gibi koruduğumuz emeklerimize el atanlardansanız gelmeyin.

Atıklarınızı sokaklarımıza savuracaksanız hele hiç gelmeyin.

Çok mu ağır oldu? Çok mu kaba? Yaşadıklarımızı yaşasanız hak vereceğinize eminim...

Çarşamba, Haziran 21, 2006

Tarihi Cadde Canlanıyor - da ne demek canlandı bile...

40-50 sene öncesine kadar faaliyet içinde olan fakat deniz kıyısına başlayan göç ile aktivitesini yitiren Eski Datça Çarşı'sı eski günlerine geri dönüyor... Girişte bilinen köy kahvesi, biraz ileride Datça Sofrası, sağ çaprazda El Sanatları Atölyemiz, hemen yanında Antik cafe-barımız, tam karşımızda Eski Datça Evleri, biraz ötede Dükkan, ona gelmeden Danışmanlık bürosu ve pansiyon evleri... geçen sene gelenler şaşırdınız mı yoksa ! "Hadi canım bu kadar şey bir yılda nasıl oldu?" diye. Valla oldu billa oldu, biz de anlayamadık nasıl oldu. Ama çok güzel oldu... Çiçeklerle bezendi Çarşı Sokağı Eski Datça'nın. Eh böceklerde var tabi...

ANTİK CAFE-BAR AÇILIŞ KOKTEYLİ


Alçakgönülülük falan yapmayacağım yaptırmayacağım. Açılış kokteylimiz harika idi. Hayır mükemmeldi... Bizleri, bizler için çok önemli olan günümüzde yalnız bırakmayan herkese yüreklerimizden kocaman teşekkürler...




İŞTE BİZİM GÜZEL Mİ GÜZEL GÜMÜŞ ATÖLYEMİZ


Cuma, Haziran 02, 2006

mini mini bir kuş konmuştu...


Hayattaki ilk deneyimiydi. Başarabileceğini sanmıştı ama yapacak gücü yoktu...
Şaşırdı ne yapacağını bilemeden uzun bir süre öylece kalakaldı... Hayır kıpırdayamayacaktı. Yapamayacaktı. Etrafında ona zarar vermek isteyenlerin farkında olan anne endişe içinde ordan oraya gidip geliyordu... Bağırıyordu bir yandan "yapabilirsin". Hava karardıkça çocuğu için daha çok korkuyordu. Ne yapabilirdi ki ancak çocuğu yapabilirdi. Yapmalıydı. Gitti. Artık işine karışmıyor, kararı ona bırakmıştı. Ve tabiat anaya. Bu sırada devreye insanoğlu girdi. Bu sefer zarar vermek değil, korumak içgüdüsüyle. Doğanın dengesine karışmanın ne derece doğru olduğunu sorgularken gene kendi istediğini yaptı. Herşeye olduğu gibi gene tabiat ananın işine karıştı. Ellerine yavru alagargayı aldığında ikisininde kalbi heyecandan pır pır atıyordu. Alagarga asıl şimdi korkmalıydı, doğaya en çok zararı verenlerin ellerindeydi. İnsanoğlunun korumasında bir gece geçiren alagarga ertesi sabah gene aynı ellerle doğaya, onu bekleyen annesine bırakıldı. Şaşkınlık içinde yavrusuna kavuşan anne ve yavru alagarga artık mekanımıza uğramadan, bizlere selam vermeden uçmuyorlar gökyüzünde...

Yazıyı okurken neler geçirdiniz aklınızdan???
Bu zamana kadar başardıklarınız ve başaramadıklarınız mı?
Çocuklarınıza ne kadar çok karıştığınızı mı?
Ebeveynlerinizden gördüğünüz destekler mi?
Çevrenizden uzanan yardım elleri mi?

Cumartesi, Mayıs 27, 2006

Nostalji Gecesi


1986 yılında ilk kez hayata geçen Antik Cafe-Bar geçtiğimiz Cuma akşamı 20.yıl dönümünü eski dostlarıyla kutladı... Buziki ve gitar eşliğinde çok güzel bir gece geçirdik. Ben, fotoğraf çekme bahanesiyle epey bir dinledim :)

İşte bazı fotoğraflar;




Pazar, Mayıs 21, 2006

Eski Datça'da Anneler Günü

Bizler annelerimizden uzakta Eski Datça'da başka bir anneler günü yaşadık... Çarşı sokağına kurulan sokak sergisinde köy sakinlerinin açtıkları tezgahlar birbirinden güzeldi. Özenle, sevgiyle yapıldıkları belli olan çok güzel ürünler vardı.













Tam tezgahları gezerken; birbirinden şirin bir ekipten oluşan Belediye'nin folklor ekibinin zeybek oyuncuları aldı sokak sahnesini...












Sonra Orhan amca'nın kahvesinde sergilenen tiyatro gösterisi ayrı keyifli idi. Yağmur arkadaşımızın tamamen gönülü olarak haftalar süren çalışmaları sonucunda Aziz Nesin'in "Pırtlatan Bal" adlı oyununu sergileyen Eski Datça tiyatro yıldızları görülmeye değerdi. Umarız bu işi devam ettirirler....

Rüzgar Antik Esiyor

Nerede kalmıştık!! İşte bir yılı böyle geçirdik rüzgar nereye savurursa diye başladığımız hayatımızda.... Bilenler bilir Datça çok rüzgarlı bir memleket... Rüzgar bizi bir savurdu o kadar olur... İlk tatile geldiğimiz yıl Eski Datça'yı gezerken caminin hemen yanındaki Kilim Atölyesine bakıp "ah keşke benimde burda atölyem olsa" demişdim... Evet bildiniz artık Eski Datça'da atölyemiz... Şu günlerde bunun mutluluğunu yaşıyor bir aydır geç saatlere kadar çalışıyoruz... Atölyemizin hemen yanında cafe - barımız var. Adı Antik... Eski Datça geziniz arasında soluklanmak isteyip, Eski Datça ile ilgili bilgi sahibi olmak isterseniz, buyrun bekleriz. Antik cafe'nin sahibi Ahmet Bey, Eski Datça mimarisinin bozulmaması için çok şeyler yapmış bir insan... Bunu sadece biz değil, tanıyan herkes söylüyor. 80'li yıllarda kendileri işletmişler Antik cafe-bar'ı. Bizde hem adını yaşatmak hem de yaptığımız işe, mimari dokuya uygunluğu nedeniyle adını değiştirmedik... Antik cafe-bar nesilden nesile... İşin içine cafe girince bir başka çılgın katıldı aramıza bu arada... Bizim gibi İstanbul hayatından uzaklaşmak isteyen Onur arkadaşımızda bu yolda yürümeye başladı... İşte size hazırlıklarımız ve günsonundan görüntüler.

Kurbağa'nın soğuk suya atıldığını sananlara...


Danıştaya yapılan insanlıkdışı adi katliamı kınamak amacıyla 20 Mayıs 2006 cumartesi günü Datça Cumhuriyet meydanında biraraya gelen grup "TÜRKİYE LAİKTİR LAİK KALACAK" "YARGIYA UZANAN ELLER KIRILSIN" sloganlarıyla tepkilerini dile getirdiler...

Cumartesi, Mayıs 20, 2006

Gümüş Hakkında

Gümüş, bilinen en eski ve en geleneksel metallerdendir. M.Ö. 3100 yıllarında Mısırlılar ve M.Ö. 2500 yıllarında Çinliler ve Persler tarafından kullanılmaya başlanan gümüş, dünyanın birçok yerinde az miktarda bulunan tabiî gümüş kaynaklarından elde ediliyordu. M.Ö. 800 yıllarına doğru gümüş, Nil Nehri havalisinde para olarak kullanılmaya başlanmıştır. Gümüşü ilk olarak Romalıların işlemeye başladıkları iddia edilmektedir. Ortaçağ'da genellikle kiliselerde kullanılan gümüş, ilk kez rönesansla birlikte, özellikle asilzadelerin şölen masalarında kendini göstererek ev hayatına girmeye başlamış. Yüzyıllar içinde değişim göstererek çok farklı formlarıyla hala değerini korumaya devam ediyor. Günümüzde ise gündelik hayatımızın bir parçası...

Gümüş, daha çok yer kabuğuna dağılmış bileşikler halinde bulunur. Kendi renginin dışında beyazımsı, gri, sarı, kahverengi ve siyah renklerde de görülür.

Gümüş; ışığı çok iyi yansıtan, dövülebilen, sünek bir metaldir. Atmosferde oksitlenmeye karşı büyük bir mukavemet gösterir. Bakırdan daha zor, altından ise daha kolay oksitlenir. Ayrıca kükürt ve birçok kükürt bileşikleriyle hemen birleşir. Gümüş eşya üzerindeki kararmanın sebebi, havadaki hidrojen sülfür ve yumurta gibi bazı yiyeceklerde bulunan kükürttür.

Datça'da Yaşam


Datça tatilimiz dönüşü, hayalini kurmaya başladık orada yaşamanın... Her fırsatta gelerek her mevsimini yaşadık. Bazen umudu yitirip "Beni Datça'ya gömün" demeye başlamıştım Can Baba gibi. İster adına cesaret deyin, ister çılgınlık... 2005 yılının mayıs ayında taşındık güzel Datçamıza... İlk bir ayımız denize girmek dışında sürekli takı üretimi yapmakla ve “ Biz şimdi Datçaya yerleştik mi?” sorusunu sormakla geçti. Evimize misafir akını başlayınca Datçaya yerleştiğimiz kanatine vardık. Yazlık tezgah sezonu başladığında gündüz üretim yapıyor, geceleri ise tezgahta satıyorduk. Bazı günler 18 saat çalışsakta bize hiç öyle gelmiyordu...


Nedendir bilinmez uzaktan bakıldığımızda “Turizm Danışmanlığı” yazıyor olsa gerek, Datçaya ilk gelenler, genç çiftler “Nereyi görmeliyiz? Nereye gidelim? sorularıyla karşılaştık... Önerilerimize kulak verip, ertesi gün geçirdikleri günü bizlerle paylaşma nezaketinde bulunan çok güzel insanlarla tanıştık, keyifli sohbetlere yelken açtık. Eee hep çalışmak olmaz, birazda Datçanın yaz sezonundaki güzelliklerini de yaşamak lazım. Knidos(Mavide Uyuyan Güzel), Palamutbükü, Kargı, Ovabükü, Hayıtbükü ve daha nice güzel koylarda denize girdik. Hatta Erol abimizin Westfalia'sını alıp Knidos'a yaptığımız o gezi dönüşü Beatles müziği eşliğinde ettiğimiz danslar, sabahlara kadar dostlarımızla hatta vosdostlarımızla geçirdiğimiz keyifli zamanlar... Zaten herbir vosdostun geliş hikayeleri oldukça komikti. Garip bir tesadüftür ki buraya gelmek isteyen her vosvoscu yolda bir süprizle karşılaştı. Tayfunlar güzelim vosvoslarının ahı tutmuş olacak ki, Mazda'ları bozuldu ve bir gün rötarla Hyundai ile geldiler. Geleceklerinden haberimiz olmayan Sebo ve ailesinden öğleye doğru bir telefon aldık. Minibüslerinin benzini bittiği için Aktur'da konaklamışlar dolayısıyla bu şekilde bize haber vermek zorunda kaldılar. Daha da komiği Süha abinin olayıdır; Süha abimiz çok başkadır. Tanıyanlar bilirler. Tanımayanlara anlatmak zor. İstanbul Kaplumbağa Otomobil Derneği'ndeki arkadaşlar 12 araçla yaklaşık 31 saatlik maceralı yolculukları sonucu ulaştılar Datça'ya... Süha Abimizde bu gruptaydı fakat atlamış gelmiş önceden. Bizde Yaşarla balkonda çalışıyoruz. Bir arayalım bakalım dedik. Süha abi üzgün bir sesle açtı telefonu. Yaşar sordu “ Neredesin abi” Cevap : “Sormayın ya!!! Datça'nın ara sokaklarından birinde arabam su kaynattı (Kendiside eski vosvoscudur ama artık Uno'su var) oturdum bekliyorum”
“ E tarif etde gelelim”
“ Ne biliyim ya dağın ordayım işte” Gayri ihtiyari denize doğru bakarken gözümüze bir Uno ilişti. Aynı Süha abinin arabasının renginde. Yaşar dedi ki;
“ Abi in arabadan” İndi.
“ Arkanı dön”
“ Dalga geçme ya”
“ Dön abi sen ” Döndü.
“ Sağa dön”
“ Sola dön “
“ El salla”
“ Haydaaaaaaa bide el salla diyor ya”derken el salladı. Biz o sırada çılgınlar gibi el sallıyor, gülmekten karnımıza giren kıramplarla boğuşuyorduk. Daha ne komiklikler, gariplikler, tesadüfler....

Ah bir de Hakkı vardı ki ne eğlendik ne halaylar çektik.. Hakkı kim mi? Ankaralı. Önce 200 tane Hakkı geldi. Sonra yavaş yavaş azaldılar... Ve çeşitli illere dağıldılar. Siz geçen sene Datçada tatil yapanlardansanız Hakkıyı tanımış hatta birlikte halay çekmişsinizdir. Yok bu fırsatı kaçırmışsanız hemen söyleyelim Hakkı ördek kuklası. İşin komiği onları satan arkadaşın adı Hüseyin olmasına rağmen sezon sonu adı Hakkı oldu. Hüseyin bu sezon başka Hakkılarla gelecekmiş buna da ayrıca sevindik.




Sıkıldıkmı diye sorarsanız... Henüz değil... Zamanımız dolu dolu geçiyor çünkü... Eski Datçadaki Doğa Pansiyonda edebiyat severler ile buluşarak, şiirler okuyoruz yeni şeyler öğrenerek keyifli zamanlar geçiriyoruz. Geçtiğimiz haftalarda "Küçük Prens"'i okuduk. Tartışmakla bitiremedik. Okumayanlarınız varsa, ya da benim gibi okuduklarını unutmuşsanız tavsiye ederim mutlaka okuyun. Söz edebiyattan açılınca, Can Baba'nın kalemiyle bitirmek istiyorum...

Beni kuzum Datça’ya gömün
Geçin Ankara’yı İstanbul’u!
Oralar ağzına kadar dolu
Alabildiğine de pahalı,
Örneğin Zincirlikuyu’da
Bir mezar 750 milyona
Burası nispeten ucuzluk
Ortada kalma tehlikesi de yok
Hayır dua da istemez,
Dediğim gibi beni Datça’ya gömün
Şu deniz gören mezarlığın orda,
Gömü sanıp deşerlerse karışmam ama!

Bizim hikaye

Siz! Bankada mı çalışıyorsunuz? Ya da özel bir şirkette? Dört duvar arasında, masanızda biriken işler, işyerinizdeki bazı insanların kaprisi ve metropol hayatının zorlukları yetmezmiş gibi bir de, iş çıkışı sizi bekleyen diğer sorumluluklar arasında nefes almaya mı çalışıyorsunuz. Arasıra aklınızdan "Küçük bir sahil kasabasında yaşasam, toprakla uğraşsam" benzeri hayalleriniz mi var? "Emekli olunca, bizim kız okulu bitirsin de" diye ertelediğiniz... Hayatı, hayalleri ne uğruna olursa olsun ertelemek. Bizce bu yanlıştı. Biz şimdi yapmalıydık. Ve yaptık... İşte,bizim hikayemiz...

Bir aşk başlıyor


Vosvoscular olarak beş kişi ( Süha SENİR, Tayfun GÜNER, Sunay GÜNER, daha anne karnında olan Ezgi GÜNER ve biz) ilk kez Datçaya 2003 yılının Ağustos ayında adım attık... Tayfun'un minübüsü ile oldukça eğlenceli bir yolculuktan sonra(Kasnak parçanlanması nedeniyle Bursa Karacabey yolunda 5-6 saatlik bekleyişi saymazsak) Datçaya vardığımızda, akşam olmuştu. Tatil için Datçada bulunan Kemal-Kezban çifti ile ilk kez tanıştığımız beş yıldır Datçada yaşayan Ahmet-Gaye çifti, bizler için kurulmuş olan sofrada bekliyorlardı. Ahmet abinin ilk sözleri “Ben bir Datça aşığıyım. Sizlere hep Datçayı anlatırım.” olmuştu. Gerçektende öyle oldu sadece anlatmakla kalmayarak öyle güzel gezdirdiler ki bizi. Dönüş yolunda Sunay ile birbirimizi bakıp ağlıyorduk... Çadırlarımızı Ilıca Campinge kurduk. Gündüz, tekneyle Datçanın görülmeye değer diğer koy gezileri, geceleri ise keraat vakti... Can Şenlikleri ve Badem Festivaline katıldık... Badem Yetiştiriciliği hakkında dinlediğim konferans, tepsi tepsi tatlılar... Hiçbirini unutmadım. 100 yaşına yakın henüz genç ninelerin tef çalıp mani söylemeleri görülmeye değerdi. Son üç günümüzü İnbükünde geçirdik.Cırcırböceklerinin senfonisi arasında bir sabaha karşı Ezgi çıkmak istedi zannettik annesinin karnından... Neyse ki öyle olmadı 7 aylık Ezgi ebesinin ben olacağımı anlayıp beklemeye karar verdi.






Gaye abla bizi gezdirirken... Mani söyleyen nine