Çarşamba, Ekim 04, 2006

Esas Datça bizim köyümüzdür...

Efendim, eskiden eski-yeni Datça diye birşey yokmuş ki!Çoğu insanın gelip limanın olduğu Yeni Datçayı görüp, "hiçbir özelliği yokmuş" diye düşünerek (doğal olarak) döndükleri bölge, 70'lı yıllardan sonra Datça halkının göç etmesiyle oluşan bir yerleşim yeri. İşte bu yüzden Esas Datça bizim köyümüzdür. İşte bahsettiğim köyün fırını ise bizim şu an El Sanatları Atölyesi olarak kullanmakta olduğumuz mekanımızmış... Bu fırını kim işletmiş? Ne zaman, nasıl sorularımızı bölgeyle ilgili senelerdir derin araştırmalar içinde olan Nihat Akkaraca'ya sorduğumuzda bize fırının geçmişiyle ilgili aşağıdaki yazıyı getirdi... Sorularımızdan çok daha fazlasını bulduk... Şimdilerde yitirdiğimiz insani duyguları, çok farlı kavramları bulduğumuz bu yazıyı yani köylünün ekmeğini yediği fırınımızın hikayesini sizlerlede paylaşmak istiyoruz.... Kalemine,duygularına sağlık Nihat Amca...

Datça’dan Sömbeki adasına baktığınızda, bu adanın tam güney ucundaki burundur “Miskin Burnu.” İşte o burun, geçmiş yıllarda Datcalılar için “Umut burnu”ydu.. İkinci Dünya Savaşından evvel iklim kurak gittiğinde, hem ekin yeteri kadar olmaz, olsa da yağış olmadığından su değirmenleri dönmez, yarımadadaki insanların ekmeksiz kaldığı günler olurdu. Daha sonraları 40’lı yıllar, yani yerel dilde “Alaman Harbi…” Kuraklık, kıtlık ve karneyle ekmek yılları… İnsanların gözü Miskin Burnunda. Miskin Burnu’nun uzaklığı Datça’ya on iki mil kadar. On iki mil uzaklıktaki yelkenliyi tanırdık; Selim Kaptan mı? Nebil Kaptan mı? Şükrü Kaptan mı? yoksa Adem Kaptan mı? En kolay da Nebil Kaptan’ı tanırdık. Nebil Kaptan ekmeksiz kalanlar için ekmek demekti.
Orta büyüklükte bir yelkenliydi. Motoru yok… Yelkenle gidip geliyor Antalya’ya, Finike’ye; yani, bereketli topraklara… Taa oralardan Marmaris’e, Datça’ya, Bodrum’a yiyecek taşıyor…
Un, fasulye, nohut, pirinç gibi…Savaşlı yıllarda un ve tahıl satışı yasak. Un, Reşadiye’de bir fırına veriliyor; ekmeği o yapıyor, ve karneyle dağıtıyordu.
Nebil Kaptan’ın kayığı yelkenli dedik. Böyle olunca kayığın Antalya’dan Datça’ya gelmesi için rüzgar gerek. Bazen Akdenizde rüzgar günlerce durur. Nebil Kaptan da Akdeniz’in ortasında durur. Bazen rüzgar fırtına olur; Nebil Kaptan bir Limanda bekler. Yarımada’nın insanı da ekmek bekler.
İşte bu yüzden Nebil Kaptan, Miskin Burnu’ndan çıkan umuttur yarımada insanı için.
Aynı yıllarda Eski Datça’da bir Rodoslu vardır. Adı şevket… Tertemiz giysilerinin üstüne leke kondurmayan, tıknaz, beyaz tenli, kolundaki balık dövmesiyle tam bir adalı.
Eskiden onun da yelkenlisi varmış. Rodos Datca arası taşımacılık yaparken kayığı batmış. Gelip Reşadiye’ye yerleşmiş. Daha sonra Eski Datça’dan evlenince oraya yerleşip, evinin önündeki fırında ekmek yapıp satmaya başlamış. Başlamış dediğime bakmayın, bütün aile çalışıp o fırında ekmek yaptıklarını ben de biliyorum. Daha sonraları Çarşı içinde bir fırın yaptılar ve ekmek burada çıkmaya başladı. Ekmek dedikse köy ekmeği değildi yapılıp satılan. Has undan yapılma “has ekmek…” Datça ağzıyla “has halka.” O zamanlar insanların özlem duydukları kuru kuru yedikleri, misler gibi kokan ekmek. Gurubu 60 para. Gurub ekmek dediğimiz bir bütün ekmeğin sekizde biri. Çeyrek ekmek üç kuruş. Ve böylece senelere göre değişen fiyatlar ama; koku aynı; Miss gibi… Yerli ekmek daha esmer. O evlerdeki fırınlarda yapılan sıradan arpa ekmeği, bazen buğday ve arpa karışık, bazen darı ekmeği. Bir de evlerde günlük yapılan “tepitme.” Hergün yerli ekmeği yiyince insanlar özlerdi has ekmeği. Bayramları iple çekerdik; harçlıklarımızla has ekmek alıp yiyeceğiz diye.
“Has ekmek” deyince aklımıza Şevket Amca gelir; Şevket Amca’nın aklına da Nebil Kaptan, gelirdi belki…
Nebil Kaptan Giritli, Şevket kaptan Rodoslu. Türkçelerindeki şive Datça şivesinden ayrı; "kırık türkçe" mi diyelim, yoksa “ada türkçesi” mi? Giyimleri kuşamları da ayrı, yaşam tarzları da… Ticaret anlayışları daha başka.
O yıllarda Datça yarımadasına para yılın belli zamanlarında giriyor. Mesela, en önemli para palamut mahsülü satıldığı zaman. Palamut deyince, aklınıza palamut balığı gelmesin. Meşe palamudunun mahsülü. O zamanlar deri ve boya sanaayiinde kullanılırdı ve iyi para getirirdi. Düğünler, dernekler, ödemeler hep palamut satıldığında yapılırdı. Doğal olarak Şevket Amca’ya halk borcunu o zaman öder,. Şevket de Nebil Kaptan’a borcunu o zaman ödeyebilirdi..
Nebil Kaptan’ın mazotuydu Akdeniz’de esen rüzgar.. Esmediği zamanlarda kaptanın yolu gözlenir, ‘Marmaras’a, (Eskiden Marmaris denmez, “Marmaras” denirdi.) Fethiye’ye gelmiş mi diye o zamanın yöntemleriyle soruşturulurdu... Eğer Kaptan Marmaras’da ise, işte o zaman Miskin Burnu’nu gözlemeye başlardık Miskin burnunda görünen yelkenlinin Nebil Kaptan’ın kayığı olup olmadığını anlamak için bir müddet beklenir, yelkenli birkaç volta vurup yaklaştığında “Nebil Kaptan geliyor” haberi, ilkönce Şevket’e daha sonra bütün Datca’ya yayılırdı…
Un, fasulye, pirinç, çuvallarını İskele’den Datça’ya taşımak için eşekler, atlar limana Şevket Amca tarafından gönderilirken, bir de at gönderilirdi, Nebil Kaptan’ın emrine.
Kayığının içinde bir tayfa gibi gördüğünüz Nebil Kaptan’ı, karaya çıktığında tanıyamazdınız. Hindistan’daki bir Eyalet Valisi gibi üstünde takım elbise; mevsim yaz ise krem veya beyaz... Başta melon şapka ve elinde dekor olarak taşıdığı bir baston. Giysilerinde tek leke yok. Ayakkabılar pırıl pırıl parlatılmış…
Eski Datça’da doğruca Şevket’in fırınına gider. Şevket onu dışarıda karşılar. İlk soru: -“Nerelerdesin bre Nebil Kaptan, merak ettik seni.”
Nebil Kaptan'ın cevabı::
-“Boceleme bre Şevket Kaptan, boceleme.” Bu deyim, denizci deyimi “rüzgar yoktu bocaladım” anlamınaydı… Şevket de eskiden kaptanlık yaptığından bu terimleri kolay anlardı.
Eğer ödeme mevsimi gelmeden Nebil Kaptan’ın paraya ihtiyacı varsa, kesinlikle bunu söylemezdi Şevket’e. Aralarında paradan konuşmayı ayıp sayarlardı. Ama, “paraya gereksinim var” demenin de, “şimdilik param yok, bekle” demenin de bir yöntemini bulmuştu bu iki adalı .
Nebil kaptan dükkana girince melon şapkasını çıkarıp duvardaki askıya asmaz, tezgahın üstüne ağzı yukarı gelecek şekilde bırakırsa, bu “biraz ödeme yapabilir misin?” anlamına gelirdi. O an parası varsa Şevket Kaptan, sohbet arasında parayı şapkanın içine bırakırdı. Sohbet sonunda dükkandan çıkarken Nebil Kaptan, şapkasını ve parayı alır, hesabını teknede yapardı. Dükkanda ne para sayılır ne de konuşulurdu.
Eğer Şevket ödeme yapamayacaksa ağzı yukarı bakan şapkayı alır, sert bi tavırla ters çevirirdi. Bu da “şu an param yok" anlamına geldiğinden, Nebil Kaptan hiç sesini çıkarmaz, yiyip içmeye devam ederlerdi.. İki adalının arasında 15-16 sene süren bu ticaret süresince her ikisi de alacak verecek lafını etmediler.
İkinci Dünya Savaşı yıllarında Datca, Marmaris ve Bodrum sahillerine civar adalardan yüzlerce mülteci gelirdi. Bu mülteciler hepsi Bodrum’da kampa alınır, daha sonra teknelerle Kıbrıs’a gönderilirlerdi. Bu taşıma işine Nebil kaptan’da girdi. Böyle bir seferde Nebil Kaptan, Antalya kıyılarında kayığını kayalara bindirerek, dokuz mültecinin ölümüne sebep olmuştu. Bu yaptığı kaza yüzünden gururu kırılmış duruşmalarda kendini savunmak bile istememiş.. Hatta derler ki; Nebil Kaptan'ın suçsuz olduğuna inanan hakim, ama içinde bulunduğu şartlarda suçlu görüldüğü için yardım edemeyince bir duruşmada uyarmak istemiş: "Bişeyler yap bre Nebil Kaptan, bişeyler." deyip kaptanı harekete geçirmek istemiş, derler. Bu, bugünlere kadar halkın ağzında dolaşan bir söylentidir. O kaza yüzünden iki yıl ceza evinde kalmış, çıktıktan sonra da bu kazayı gurur meselesi yaparak kaptanlığa veda etmişti.
Şevket Bora ise Eski Datca’daki fırınını çalıştırmaya devam etmiş, daha sonraki yıllarda İskele Mahallesi’ne taşınarak bir lokanta açmıştı. İskele Mahallesi’nin tek lokantasıydı; Kuru Fasulyesi ve taze balığıyla meşhurdu… Şevket Bora Datça’da; Nebil Kaptan ise geniş bir bölgede, Antalya’dan Bodrum’a kadar, kalıcı bir iz bırakarak geçip gittiler… İki Adalının adı da hala yöre insanlarının dillerinde dolaşır durur.

Hiç yorum yok: