Cumartesi, Mayıs 27, 2006

Nostalji Gecesi


1986 yılında ilk kez hayata geçen Antik Cafe-Bar geçtiğimiz Cuma akşamı 20.yıl dönümünü eski dostlarıyla kutladı... Buziki ve gitar eşliğinde çok güzel bir gece geçirdik. Ben, fotoğraf çekme bahanesiyle epey bir dinledim :)

İşte bazı fotoğraflar;




Pazar, Mayıs 21, 2006

Eski Datça'da Anneler Günü

Bizler annelerimizden uzakta Eski Datça'da başka bir anneler günü yaşadık... Çarşı sokağına kurulan sokak sergisinde köy sakinlerinin açtıkları tezgahlar birbirinden güzeldi. Özenle, sevgiyle yapıldıkları belli olan çok güzel ürünler vardı.













Tam tezgahları gezerken; birbirinden şirin bir ekipten oluşan Belediye'nin folklor ekibinin zeybek oyuncuları aldı sokak sahnesini...












Sonra Orhan amca'nın kahvesinde sergilenen tiyatro gösterisi ayrı keyifli idi. Yağmur arkadaşımızın tamamen gönülü olarak haftalar süren çalışmaları sonucunda Aziz Nesin'in "Pırtlatan Bal" adlı oyununu sergileyen Eski Datça tiyatro yıldızları görülmeye değerdi. Umarız bu işi devam ettirirler....

Rüzgar Antik Esiyor

Nerede kalmıştık!! İşte bir yılı böyle geçirdik rüzgar nereye savurursa diye başladığımız hayatımızda.... Bilenler bilir Datça çok rüzgarlı bir memleket... Rüzgar bizi bir savurdu o kadar olur... İlk tatile geldiğimiz yıl Eski Datça'yı gezerken caminin hemen yanındaki Kilim Atölyesine bakıp "ah keşke benimde burda atölyem olsa" demişdim... Evet bildiniz artık Eski Datça'da atölyemiz... Şu günlerde bunun mutluluğunu yaşıyor bir aydır geç saatlere kadar çalışıyoruz... Atölyemizin hemen yanında cafe - barımız var. Adı Antik... Eski Datça geziniz arasında soluklanmak isteyip, Eski Datça ile ilgili bilgi sahibi olmak isterseniz, buyrun bekleriz. Antik cafe'nin sahibi Ahmet Bey, Eski Datça mimarisinin bozulmaması için çok şeyler yapmış bir insan... Bunu sadece biz değil, tanıyan herkes söylüyor. 80'li yıllarda kendileri işletmişler Antik cafe-bar'ı. Bizde hem adını yaşatmak hem de yaptığımız işe, mimari dokuya uygunluğu nedeniyle adını değiştirmedik... Antik cafe-bar nesilden nesile... İşin içine cafe girince bir başka çılgın katıldı aramıza bu arada... Bizim gibi İstanbul hayatından uzaklaşmak isteyen Onur arkadaşımızda bu yolda yürümeye başladı... İşte size hazırlıklarımız ve günsonundan görüntüler.

Kurbağa'nın soğuk suya atıldığını sananlara...


Danıştaya yapılan insanlıkdışı adi katliamı kınamak amacıyla 20 Mayıs 2006 cumartesi günü Datça Cumhuriyet meydanında biraraya gelen grup "TÜRKİYE LAİKTİR LAİK KALACAK" "YARGIYA UZANAN ELLER KIRILSIN" sloganlarıyla tepkilerini dile getirdiler...

Cumartesi, Mayıs 20, 2006

Gümüş Hakkında

Gümüş, bilinen en eski ve en geleneksel metallerdendir. M.Ö. 3100 yıllarında Mısırlılar ve M.Ö. 2500 yıllarında Çinliler ve Persler tarafından kullanılmaya başlanan gümüş, dünyanın birçok yerinde az miktarda bulunan tabiî gümüş kaynaklarından elde ediliyordu. M.Ö. 800 yıllarına doğru gümüş, Nil Nehri havalisinde para olarak kullanılmaya başlanmıştır. Gümüşü ilk olarak Romalıların işlemeye başladıkları iddia edilmektedir. Ortaçağ'da genellikle kiliselerde kullanılan gümüş, ilk kez rönesansla birlikte, özellikle asilzadelerin şölen masalarında kendini göstererek ev hayatına girmeye başlamış. Yüzyıllar içinde değişim göstererek çok farklı formlarıyla hala değerini korumaya devam ediyor. Günümüzde ise gündelik hayatımızın bir parçası...

Gümüş, daha çok yer kabuğuna dağılmış bileşikler halinde bulunur. Kendi renginin dışında beyazımsı, gri, sarı, kahverengi ve siyah renklerde de görülür.

Gümüş; ışığı çok iyi yansıtan, dövülebilen, sünek bir metaldir. Atmosferde oksitlenmeye karşı büyük bir mukavemet gösterir. Bakırdan daha zor, altından ise daha kolay oksitlenir. Ayrıca kükürt ve birçok kükürt bileşikleriyle hemen birleşir. Gümüş eşya üzerindeki kararmanın sebebi, havadaki hidrojen sülfür ve yumurta gibi bazı yiyeceklerde bulunan kükürttür.

Datça'da Yaşam


Datça tatilimiz dönüşü, hayalini kurmaya başladık orada yaşamanın... Her fırsatta gelerek her mevsimini yaşadık. Bazen umudu yitirip "Beni Datça'ya gömün" demeye başlamıştım Can Baba gibi. İster adına cesaret deyin, ister çılgınlık... 2005 yılının mayıs ayında taşındık güzel Datçamıza... İlk bir ayımız denize girmek dışında sürekli takı üretimi yapmakla ve “ Biz şimdi Datçaya yerleştik mi?” sorusunu sormakla geçti. Evimize misafir akını başlayınca Datçaya yerleştiğimiz kanatine vardık. Yazlık tezgah sezonu başladığında gündüz üretim yapıyor, geceleri ise tezgahta satıyorduk. Bazı günler 18 saat çalışsakta bize hiç öyle gelmiyordu...


Nedendir bilinmez uzaktan bakıldığımızda “Turizm Danışmanlığı” yazıyor olsa gerek, Datçaya ilk gelenler, genç çiftler “Nereyi görmeliyiz? Nereye gidelim? sorularıyla karşılaştık... Önerilerimize kulak verip, ertesi gün geçirdikleri günü bizlerle paylaşma nezaketinde bulunan çok güzel insanlarla tanıştık, keyifli sohbetlere yelken açtık. Eee hep çalışmak olmaz, birazda Datçanın yaz sezonundaki güzelliklerini de yaşamak lazım. Knidos(Mavide Uyuyan Güzel), Palamutbükü, Kargı, Ovabükü, Hayıtbükü ve daha nice güzel koylarda denize girdik. Hatta Erol abimizin Westfalia'sını alıp Knidos'a yaptığımız o gezi dönüşü Beatles müziği eşliğinde ettiğimiz danslar, sabahlara kadar dostlarımızla hatta vosdostlarımızla geçirdiğimiz keyifli zamanlar... Zaten herbir vosdostun geliş hikayeleri oldukça komikti. Garip bir tesadüftür ki buraya gelmek isteyen her vosvoscu yolda bir süprizle karşılaştı. Tayfunlar güzelim vosvoslarının ahı tutmuş olacak ki, Mazda'ları bozuldu ve bir gün rötarla Hyundai ile geldiler. Geleceklerinden haberimiz olmayan Sebo ve ailesinden öğleye doğru bir telefon aldık. Minibüslerinin benzini bittiği için Aktur'da konaklamışlar dolayısıyla bu şekilde bize haber vermek zorunda kaldılar. Daha da komiği Süha abinin olayıdır; Süha abimiz çok başkadır. Tanıyanlar bilirler. Tanımayanlara anlatmak zor. İstanbul Kaplumbağa Otomobil Derneği'ndeki arkadaşlar 12 araçla yaklaşık 31 saatlik maceralı yolculukları sonucu ulaştılar Datça'ya... Süha Abimizde bu gruptaydı fakat atlamış gelmiş önceden. Bizde Yaşarla balkonda çalışıyoruz. Bir arayalım bakalım dedik. Süha abi üzgün bir sesle açtı telefonu. Yaşar sordu “ Neredesin abi” Cevap : “Sormayın ya!!! Datça'nın ara sokaklarından birinde arabam su kaynattı (Kendiside eski vosvoscudur ama artık Uno'su var) oturdum bekliyorum”
“ E tarif etde gelelim”
“ Ne biliyim ya dağın ordayım işte” Gayri ihtiyari denize doğru bakarken gözümüze bir Uno ilişti. Aynı Süha abinin arabasının renginde. Yaşar dedi ki;
“ Abi in arabadan” İndi.
“ Arkanı dön”
“ Dalga geçme ya”
“ Dön abi sen ” Döndü.
“ Sağa dön”
“ Sola dön “
“ El salla”
“ Haydaaaaaaa bide el salla diyor ya”derken el salladı. Biz o sırada çılgınlar gibi el sallıyor, gülmekten karnımıza giren kıramplarla boğuşuyorduk. Daha ne komiklikler, gariplikler, tesadüfler....

Ah bir de Hakkı vardı ki ne eğlendik ne halaylar çektik.. Hakkı kim mi? Ankaralı. Önce 200 tane Hakkı geldi. Sonra yavaş yavaş azaldılar... Ve çeşitli illere dağıldılar. Siz geçen sene Datçada tatil yapanlardansanız Hakkıyı tanımış hatta birlikte halay çekmişsinizdir. Yok bu fırsatı kaçırmışsanız hemen söyleyelim Hakkı ördek kuklası. İşin komiği onları satan arkadaşın adı Hüseyin olmasına rağmen sezon sonu adı Hakkı oldu. Hüseyin bu sezon başka Hakkılarla gelecekmiş buna da ayrıca sevindik.




Sıkıldıkmı diye sorarsanız... Henüz değil... Zamanımız dolu dolu geçiyor çünkü... Eski Datçadaki Doğa Pansiyonda edebiyat severler ile buluşarak, şiirler okuyoruz yeni şeyler öğrenerek keyifli zamanlar geçiriyoruz. Geçtiğimiz haftalarda "Küçük Prens"'i okuduk. Tartışmakla bitiremedik. Okumayanlarınız varsa, ya da benim gibi okuduklarını unutmuşsanız tavsiye ederim mutlaka okuyun. Söz edebiyattan açılınca, Can Baba'nın kalemiyle bitirmek istiyorum...

Beni kuzum Datça’ya gömün
Geçin Ankara’yı İstanbul’u!
Oralar ağzına kadar dolu
Alabildiğine de pahalı,
Örneğin Zincirlikuyu’da
Bir mezar 750 milyona
Burası nispeten ucuzluk
Ortada kalma tehlikesi de yok
Hayır dua da istemez,
Dediğim gibi beni Datça’ya gömün
Şu deniz gören mezarlığın orda,
Gömü sanıp deşerlerse karışmam ama!

Bizim hikaye

Siz! Bankada mı çalışıyorsunuz? Ya da özel bir şirkette? Dört duvar arasında, masanızda biriken işler, işyerinizdeki bazı insanların kaprisi ve metropol hayatının zorlukları yetmezmiş gibi bir de, iş çıkışı sizi bekleyen diğer sorumluluklar arasında nefes almaya mı çalışıyorsunuz. Arasıra aklınızdan "Küçük bir sahil kasabasında yaşasam, toprakla uğraşsam" benzeri hayalleriniz mi var? "Emekli olunca, bizim kız okulu bitirsin de" diye ertelediğiniz... Hayatı, hayalleri ne uğruna olursa olsun ertelemek. Bizce bu yanlıştı. Biz şimdi yapmalıydık. Ve yaptık... İşte,bizim hikayemiz...

Bir aşk başlıyor


Vosvoscular olarak beş kişi ( Süha SENİR, Tayfun GÜNER, Sunay GÜNER, daha anne karnında olan Ezgi GÜNER ve biz) ilk kez Datçaya 2003 yılının Ağustos ayında adım attık... Tayfun'un minübüsü ile oldukça eğlenceli bir yolculuktan sonra(Kasnak parçanlanması nedeniyle Bursa Karacabey yolunda 5-6 saatlik bekleyişi saymazsak) Datçaya vardığımızda, akşam olmuştu. Tatil için Datçada bulunan Kemal-Kezban çifti ile ilk kez tanıştığımız beş yıldır Datçada yaşayan Ahmet-Gaye çifti, bizler için kurulmuş olan sofrada bekliyorlardı. Ahmet abinin ilk sözleri “Ben bir Datça aşığıyım. Sizlere hep Datçayı anlatırım.” olmuştu. Gerçektende öyle oldu sadece anlatmakla kalmayarak öyle güzel gezdirdiler ki bizi. Dönüş yolunda Sunay ile birbirimizi bakıp ağlıyorduk... Çadırlarımızı Ilıca Campinge kurduk. Gündüz, tekneyle Datçanın görülmeye değer diğer koy gezileri, geceleri ise keraat vakti... Can Şenlikleri ve Badem Festivaline katıldık... Badem Yetiştiriciliği hakkında dinlediğim konferans, tepsi tepsi tatlılar... Hiçbirini unutmadım. 100 yaşına yakın henüz genç ninelerin tef çalıp mani söylemeleri görülmeye değerdi. Son üç günümüzü İnbükünde geçirdik.Cırcırböceklerinin senfonisi arasında bir sabaha karşı Ezgi çıkmak istedi zannettik annesinin karnından... Neyse ki öyle olmadı 7 aylık Ezgi ebesinin ben olacağımı anlayıp beklemeye karar verdi.






Gaye abla bizi gezdirirken... Mani söyleyen nine